This site uses cookies.
Some of these cookies are essential to the operation of the site,
while others help to improve your experience by providing insights into how the site is being used.
For more information, please see the ProZ.com privacy policy.
Freelance translator and/or interpreter, Verified site user
Data security
This person has a SecurePRO™ card. Because this person is not a ProZ.com Plus subscriber, to view his or her SecurePRO™ card you must be a ProZ.com Business member or Plus subscriber.
Affiliations
This person is not affiliated with any business or Blue Board record at ProZ.com.
English to Turkish: 7th ProZ.com Translation Contest - Entry #4883
Source text - English Winters used to be cold in England. We, my parents especially, spent them watching the wrestling. The wrestling they watched on their black-and-white television sets on Saturday afternoons represented a brief intrusion of life and colour in their otherwise monochrome lives. Their work overalls were faded, the sofa cover—unchanged for years—was faded, their memories of the people they had been before coming to England were fading too. My parents, their whole generation, treadmilled away the best years of their lives toiling in factories for shoddy paypackets. A life of drudgery, of deformed spines, of chronic arthritis, of severed hands. They bit their lips and put up with the pain. They had no option but to. In their minds they tried to switch off—to ignore the slights of co-workers, not to bridle against the glib cackling of foremen, and, in the case of Indian women, not to fret when they were slapped about by their husbands. Put up with the pain, they told themselves, deal with the pain—the shooting pains up the arms, the corroded hip joints, the back seizures from leaning over sewing machines for too many years, the callused knuckles from handwashing clothes, the rheumy knees from scrubbing the kitchen floor with their husbands' used underpants.
When my parents sat down to watch the wrestling on Saturday afternoons, milky cardamon tea in hand, they wanted to be entertained, they wanted a laugh. But they also wanted the good guy, just for once, to triumph over the bad guy. They wanted the swaggering, braying bully to get his come-uppance. They prayed for the nice guy, lying there on the canvas, trapped in a double-finger interlock or clutching his kidneys in agony, not to submit. If only he could hold out just a bit longer, bear the pain, last the course. If only he did these things, chances were, wrestling being what it was, that he would triumph. It was only a qualified victory, however. You'd see the winner, exhausted, barely able to wave to the crowd. The triumph was mainly one of survival.
Translation - Turkish İngiltere'de soğuk olurdu kışlar. Biz, özellikle de annem babam, kışları güreş karşılaşmalarını izleyerek geçirirdik. Cumartesi akşamüstleri siyah beyaz televizyonlarında seyrettikleri güreş maçları, normalde monoton olan yaşantılarına kısa süreliğine de olsa rengin ve canlılığın girmesi demekti. Giydikleri iş tulumlarının ve yıllardır değiştirilmemiş kanepe örtüsünün rengi solmuş, İngiltere'ye gelmeden önce kim olduklarının hatırası da solmaya yüz tutmuştu. Ebeveynlerim ve ait oldukları koca bir nesil, hayatlarının baharını üç kuruş para uğruna fabrikalarda heba etmişti. Köle gibi çalışmanın, bükülmüş bellerin, müzmin kireçlenmenin, kopmuş ellerin eksik olmadığı bir yaşamdı onlarınki. Dişlerini sıkıp acıya göğüs geriyorlardı. Başka çıkar yolları da yoktu zaten. Zihinlerini kapatmaya çalışıyorlardı; böylece meslektaşlarının küçümsemesini görmezden gelebilecek, ustabaşının ipe sapa gelmez laflarıyla çileden çıkmayacaklardı. Hintli kadınlarsa koca dayağı karşısında kahrolmayacaklardı. Acıya diren, diye telkinde bulunuyorlardı kendi kendilerine. Kollarının acısına, çürümüş kalça eklemlerinin acısına, yıllarca dikiş makinesi başında eğilmekten sızlayan sırtının, elde çamaşır yıkamaktan nasır tutmuş parmaklarının, mutfağın zeminini kocanın eski donuyla silmekten romatizmaya tutulmuş dizlerinin acısına.
Cumartesi akşamüstleri ellerinde sütlü kakule çayıyla güreş maçının başına geçtikleri vakit eğlenmek, gülmek isterdi ebeveynlerim. Bir dilekleri de, bir kez olsun iyi adamın kötü adamı yenilgiye uğratmasıydı. İsterlerdi ki çalımından geçilmeyen o gürültücü külhanbeyi bir güzel boyunun ölçüsünü alsın. Mindere serilmiş yatan, kündeye getirilmiş olan ya da iki büklüm böğrünü tutan iyi adam pes etmesin diye dua ederlerdi. Adam azıcık daha dişini sıksa, acıya göğüs gerse, atlatacaktı bu badireyi. Şunları bir yapsa, güreş güreştir sonunda, bakarsınız o galip gelirdi. Bununla birlikte, olsa olsa kıl payı elde edilmiş bir zafer olurdu bu. Kazananın bitap düşmüş bir halde, kalabalığı güç bela selamladığını görürdünüz. Zafer, aslında hayatta kalmak demekti.
English to Turkish: 6th ProZ.com Translation Contest - Entry #4009
Source text - English Eroticism has this in common with an addictive drug: that there is a coercive element to its pleasure with which part of us is in complicity, and part not. Thus ever since time began men have been trying to enjoy eroticism without being destroyed by it. Societies, religions can be defined in the way they deal with this conundrum. Polygamy, monogamy with repression, monogamy with affairs, monogamy with prostitutes, serial monogamy. Not to mention individual solutions of great ingenuity, or desperation: Victor Hugo with the door knocked through the wall of his office, to let in a girl each afternoon. Auden's flair for finding call-boys in every town. Picasso who simply refused when wife and mistress demanded he choose between them. Then there is always the hair-shirt of course. But perhaps the thing to remember when you wake up with a life full of fresh paint and tortuous complications is that eroticism wasn't invented for you, nor merely for the survival of the species perhaps, but for a divinity's entertainment. Nothing generates so many opportunities for titillation and schadenfreude as eroticism. Which is why it lies at the centre of so much narrative. How the gods thronged the balconies of heaven to see the consequences of Helen's betrayal! And your friends are watching too. Your antics have put the shine on many a late-night conversation.
On the borders between mythology and history, that wily survivor Odysseus was the first who learnt to trick the gods. And perhaps his smartest trick of all was that of lashing himself to the mast before the Sirens came in earshot. There are those of course who are happy to stand at the railings, even scan the horizon. Otherwise, choose your mast, find the ropes that suit you: sport, workaholism, celibacy with prayerbook and bell... But the kindest and toughest ropes of all are probably to be found in some suburban semi-detached with rowdy children and a woman who never allows the dust to settle for too long.
Translation - Turkish Erotizmin bağımlılık yaratan maddelerle ortak yanı şudur: Gerek erotizmin gerekse bağımlılık yaratan maddelerin sağladığı hazzın zorlayıcı bir yanı vardır; buna bir parçamız kucak açarken, bir parçamız da ayak direr. Bu yüzden, tarihin başlangıcından beri insanoğlu bir yandan erotizmden haz almaya, diğer yandan ise onun tarafından yok edilmemeye çalışmıştır. Toplumlar ve dinler, bu muammayı ele alma yöntemlerine göre çokeşli, baskıcı tekeşli, evlilik dışı ilişkilere izin veren tekeşli, fahişelere izin veren tekeşli ve seri tekeşli olarak tanımlanabilir. Tabii yüce dehanın ya da çaresizliğin getirdiği kişisel çözümleri de yabana atmamalı: Her öğlen ofisinin kapısı çalınan ve gelen kızı içeri buyur eden Victor Hugo, yolunun düştüğü her kasabada kendine bir oğlan bulmadaki becerisiyle Auden, karısı ile metresi “ya ben ya o” diye karşısına dikildiğinde seçim yapmayı kesinkes reddeden Picasso. İnsanın bile bile ateşten gömlek giymesi gibi bir seçenek de daima var elbette. Ama belki de, sabahleyin uyanıp da gözünüzü taze boya ve arapsaçından farksız sorunlarla dolu bir hayata açtığınızda, erotizmin türünüzün sağ kalması ya da sizin için değil de, ilahi gücün eğlencesi için keşfedildiği aklınıza gelmeli. Erotizm dışında, coşkuya ve hasete bunca olanak sağlayan başka hiçbir şey bulamazsınız. Zaten bu yüzden erotizm bunca anlatının kalbinde yer alır. Helen’in ihanetinin sonuçlarını izlemek için, göğün balkonlarını nasıl da hıncahınç doldurmuştur tanrılar! Üstelik arkadaşlarınız da buna şahit olur. Maskaralıklarınız, gecenin ilerleyen saatlerinde kimbilir kaç sohbete meze olmuştur.
Mitoloji ile tarihin sınırında nice badireden sağ çıkan cin fikirli Odysseus, tanrıları dalavereye getirmeyi öğrenmiş ilk kişidir. Onca numarası arasında belki de en zekice olanı, daha Sirenlerin sesi kulağına çalınmadan kendini gemisinin direğine sıkıca bağlamasıdır. Geminin küpeştesinde durmayı, hatta ufku seyretmeyi sevenler de vardır tabii. Şayet onlardan değilseniz kendinize bir direk seçin, bir de uygun ip bulun: Bu ip ister spor olsun ister işkoliklik, isterse dinibütünlük. Ancak belki de iplerin en yumuşak ve en sağlam olanı, içinde şamatacı veletlerin ve hamarat bir kadının bulunduğu, şehir dışında, müstakil bir evdedir.
English to Turkish: 1st Annual ProZ.com Translation Contest - Entry #7156
Source text - English Heathrow Airport is one of the few places in England you can be sure of seeing a gun. These guns are carried by policemen in short-sleeved shirts and black flak-jackets, alert for terrorists about to blow up Tie-Rack. They are unlikely to confront me directly, but if they do I shall tell them the truth. I shall state my business. I’m planning to stop at Heathrow Airport until I see someone I know. (...)
Astonishingly, I wait for thirty-nine minutes and don’t see one person I know. Not one, and no-one knows me. I’m as anonymous as the drivers with their universal name-cards (some surnames I know), except the drivers are better dressed. Since the kids, whatever I wear looks like pyjamas. Coats, shirts, T-shirts, jeans, suits; like slept-in pyjamas. (...)
I hear myself thinking about all the people I know who have let me down by not leaving early on a Tuesday morning for glamorous European destinations. My former colleagues from the insurance office must still be stuck at their desks, like I always said they would be, when I was stuck there too, wasting my time and unable to settle while Ally moved steadily onward, getting her PhD and her first research fellowship at Reading University, her first promotion.
Our more recent grown-up friends, who have serious jobs and who therefore I half expect to be seeing any moment now, tell me that home-making is a perfectly decent occupation for a man, courageous even, yes, manly to stay at home with the kids. These friends of ours are primarily Ally’s friends. I don’t seem to know anyone anymore, and away from the children and the overhead planes, hearing myself think, I hear the thoughts of a whinger. This is not what I had been hoping to hear.
I start crying, not grimacing or sobbing, just big silent tears rolling down my cheeks. I don’t want anyone I know to see me crying, because I’m not the kind of person who cracks up at Heathrow airport some nothing Tuesday morning. I manage our house impeccably, like a business. It’s a serious job. I have spreadsheets to monitor the hoover-bag situation and colour-coded print-outs about the ethical consequences of nappies. I am not myself this morning. I don’t know who I am.
Translation - Turkish İngiltere’de ateşli silah görmenizin garanti olduğu bir avuç yerden biridir Heathrow Havaalanı. Bu silahları taşıyanlarsa kısa kollu gömlek ve kurşun geçirmez siyah yelek giymiş, teröristler köşedeki kravatçıyı havaya uçurmasın diye tetikte bekleyen polislerdir. Beni durdurup sorgu sual edeceklerine ihtimal vermiyorum, ama sorarlarsa da gerçeği söyleyeceğim onlara. Planımı anlatacağım. Tanıdığım birine rastlayana kadar Heathrow Havaalanı’nda öylece durmaya niyetliyim. (…)
Olacak şey değil, ama otuz dokuz dakikadır beklememe rağmen tek tanıdık çıkmıyor. Bir Allahın kulu bile tanımıyor beni. Her yerde karşılaştığınız o isim kartlarını takmış şoförler kadar isimsizim (soyadlarından bazılarını tanıyorum). Aramızda tek fark var, o da şoförlerin üstünün başının daha iyi olması. Çocuklar doğdu doğalı üstüme ne giyersem giyeyim pijamaya benziyor. Pardösülerim, gömleklerim, tişörtlerim, kotlarım, takım elbiselerim… Hepsi de yatıp kalktığım pijamalardan farksız. (…)
Bir Salı sabahı erkenden Avrupa’nın harika yerlerine doğru yola çıkmayarak beni hüsrana uğratan tüm o tanıdıklarımı düşünürken duyuyorum kendimi. Sigorta şirketindeki eski iş arkadaşlarım hâlâ masalarına çakılıp kalmış olmalılar. Ben de orada yerimde sayarken başlarına bunun geleceğini hep söylemiştim. Ben ofiste vaktimi çarçur edip hayatımı bir türlü rayına koyamazken Ally azimle ilerlemiş, doktorasını verip ilk terfisini almış, Reading Üniversitesi’nde ilk araştırma bursunu kazanmıştı.
Hatırı sayılır işlerde çalışan, o yüzden de her an karşıma çıkarlar diye belli belirsiz bir umut beslediğim, aklı başında, yeni arkadaşlarımız var. Evi çekip çevirmenin bir erkek için gurur duyulacak bir iş olduğunu, evde çocuk bakmanın düpedüz yürek istediğini, hatta her babayiğidin harcı olmadığını söylüyorlar. Aslında bu arkadaşlarımızın büyük kısmı Ally'nin dostları. Ben artık hiç kimseyi tanımıyor gibiyim ve çocukları, yukarıdan geçen uçakları duymazdan gelip kendi düşünceme kulak kabarttığımda, bir mızmızın düşüncelerini işitiyorum. Duymayı umduğum bu değildi oysaki.
Ağlamaya başlıyorum, ama öyle dudak bükerek, hıçkırarak falan değil, sadece koca koca damlalar süzülüyor yanaklarımdan. Tanıdığım hiç kimsenin beni ağlarken görmesini istemiyorum çünkü bir Salı sabahı Heathrow Havaalanı’nda keçileri kaçıran tiplerden değilim ben. Evimizi kusursuz bir şekilde idare ediyorum, tıpkı bir işyeri gibi. Ciddi bir iş bu. Elektrikli süpürgenin torba durumu için bilgisayarda hesap tablosu tutuyorum, çocuk bezlerinin etik sonuçlarına dair renge göre kodlanmış çıktılarım var. Bu sabah kendimde değilim. Kim olduğumu bilmiyorum.
More
Less
Translation education
Master's degree - Bogazici University
Experience
Years of experience: 25. Registered at ProZ.com: Nov 2007.
Learn more about additional services I can provide my clients
Learn more about the business side of freelancing
Stay up to date on what is happening in the language industry
Help or teach others with what I have learned over the years
Bio
Hi,
I am a native Turkish linguist living in the UK. With a combination of academic background and more than 20 years of experience in the language industry, I offer high-quality linguistic services in a variety of areas including translation, localization, proofreading, subtitling, and post-editing.
Here are some highlights:
I won three ProZ.com Translation Contests in EN-TR pair.
I translated & proofread almost a hundred books ranging from Disney's heart-warming stories to H.P. Lovecraft's weird fiction and Quantum Physics.
I taught technical and literary translation in Turkish universities for more than 10 years.
I translated and proofread thousands of articles for best-selling IT, science and technology magazines (CHIP, PCnet, Popular Science, How It Works, etc.)
I have been working for NETFLIX as a freelance subtitler and QCer for five years and I worked on numerous high-profile projects. My NETFLIX Hermes Subtitling Test Score is 94/100.
I have been working for wikiHow as a freelance translator and proofreader for more than 4 years.
I am a TAUS and SDL-certified post-editor.
Please see my CV for a more detailed description of my job experience and qualifications.